sokakların sesi olmak için...

sokakların sesi olmak için...

EFKAN BOLAÇ

Avukat

İsimsiz Suçlayanlar

23 Mayıs 2012

“iktidar güçlerinin tek kişi veya organda toplanması zulmün kaynağıdır” Montesquieu (yasaların ruhu)

Özellikle son zamanlarda pek çok defa gözümüze gözümüze sokulan bazı sıfatlar ve mahkeme tanımlarından algıladığımız şey aslında bazı işlerin pekte yerinde gitmediğine delalet eder hale gelmiştir. Adalet özlemi tüm ülkede bir anlamda en güvenilmez kurumlar listesinin en başlarında “yargı”yı koyuvermiştir. Araştırma şirketi İKSARA’nın en güvenilir kurumları sorguladığı ankette şaşırtıcı sanılan ama bazı hususlarda pekte şaşırtmayan sonuçlar çıktı. 16-22 kasım 2011 tarihleri arasında şirketin yaptığı araştırmaya göre “yargı” ya güven %5 olarak tespit edilmiştir. 74 il merkezi, 177 ilçe ve 63 belde/köyde 1709 kişiyle yüz yüze görüşmeler sonrasında bu sonuçlar çıkmış ve +/- %2.5 hata payı verilmiştir. 1709 kişiden sadece 85 kişi yargıya güveniyorum demiştir. Bu sonuç aslında bazı konularda oturup düşünmemizi de gerektirmektedir.

Tüm bunları anlatırken neden bu konuya dikkat çekmek istedim? Neredeyse 1970’lerin ortasından beri gelen DGM’lerin kaldırılmasına ilişkin bir mücadele vardır. Bu mücadeleyi Çağdaş Hukukçular Derneği o dönemde üstlenmiş ve Av. Halit Çelenk’ler ve Niyazi Ağırnaslı’lar omuzlamışlar Bir anlamda iktidara geri adım attırırken hukuk dersleri de vermişlerdir. Ancak devlet kendi sistemini koruma adına ve güvenlik histerisiyle Devlet güvenlik mahkemelerini tekrar tekrar gündeme getirmiştir.

1945 sonrası Fransa’sında De Gaulle tarafından da kullanılan bu mahkemeler sonrasında kapatılmıştır. Ancak 1958 Cezayir savaşı ile tekrar gündeme gelmiş ve yeniden güvenlik algısının tavan yaptığı süreçte bu mahkemeler pek çok eleştirinin de odak noktası halini almıştır.

Fransa’da yaşanan bu süreç bir anlamda emsal olarak görülmüş ve ülkemizde de uygulanması salık verilmiştir. 12 mart süreci sonrasında bu uygulama hayata geçmiş ve 1973 yılında DGM’ler kurulmuştur.

DGM’ler hak ve hürriyetler açısından ciddi tehditler taşımaktadır. Anayasal bir teminat olan 1961 anayasasının 32 maddesinde belirtilen Tabi hakim ilkesine de aykırı olarak düzenlenmiştir.

Neden devlet Güvenlik Mahkemeleri?

Devlet güvenlik mahkemeleri Fransa’nın Nazi kuklası hükümeti Vichy döneminde hayata geçirilmiş ve pek çok vatansever ve devrimcinin katledilmesi hükmünü vermiştir. Bu aşamada Güvenlik Mahkemeleri bir anlamda iktidar tarafından kontrol edilebilecek hakim ve savcılardan seçilmiştir. İkinci dünya savaşının olağanüstü koşullarında dahi kukla Vichy hükümeti normal işleyiş mahkemelerine güvenememiş ve kendi yargısını oluşturmuştur.

Sonraki süreçte parçalı olarak gitgelleri olsa da Fransa’da bir müddet daha bu sistem işlemiştir. Ama bu mahkemelerin varlık amacı toplumsal muhalefetin bastırılması ve ikincil bir yargı sistemine olan özlemdir.

Devlet; John Locke’a göre bireylerle bir sosyal sözleşme (social contractus) sonrası doğmuştur. Locke, Leviathan adlı eserinde devleti uzaktan görünen bir dev olarak tasvir eder ancak aslında bu dev bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu bir görünümdür. Birey devlete tüm haklarını devreder ancak devletten yaşama hakkını garanti etmesini ister. Devlet bireyin yaşama hakkına saldırıda bulunursa bu durumda bireyin direnme hakkı vardır. Devlet kuramı ile ilgili bu basit anlaşma sonrasında devletin daha gelişkin aygıtlara sahip olması ve bireyi de devlet açısından tehlikeli olarak addetmesini beraberinde getirmiştir. Devlet kendisine göre yeni bir güvenlik anlayışı inşa etmiş ve bu inşa sırasında sosyal sözleşmenin tarafı olan bazı bireyleri artık tehlikeli olarak görmeye başlamıştır. Bu görüş sebebiyle tehlikeli olan bireyler için farklı bir hukuk ve kavramlar dizini yaratmıştır. Yaratılan bu hukuka verilen isim alman müellif Jacobs’un deyimiyle : DÜŞMAN CEZA HUKUKU’dur.

Düşman ceza hukuku kavramı, 1985 yılında dikkatleri üzerine çekmeyecek bir konuda (bağlamda) oluştu. O zamanlarda Jakobs failin suçu işlemesinden önceki aşamayı, özellikle Alman Ceza Kanunu § 30’da düzenlenen teşebbüs aşamasında kalmış cürüme iştirak konusunu incelemekteydi. Jakobs burada failin, devlet tarafından vatandaş olarak değil, bilakis düşman olarak algılandığını ve muamele gördüğünü dile getirmektedir.** Bu anlayış beraberinde iki farklı hukuk uygulamasını getirmiş ve güvenlik histerisi yeni bir ceza hukuku kavramını oluşturmuştur.

Hukuk devletinde olması mümkün olmayan ve olağan rejimlerin organı olarak görülmeyen bu yapılanmalar maalesef 12 eylül cuntası ve sonrasında geliştirilmiş ve halen de varlığını sürdürmektedir. Var olan yapı kurumsallaşmasını tamamlamış olması bir yana kendi hukukunu da yaratmış ve bir anlamda düşman olarak gördükleri kimselere karşı hasmane bir tavır içerisine girmiştir.

Son zaman yargılamalarında bu kurum yeni bir oluşuma gitmiş ve 2008 yılında kabul edilen 5726 sayılı tanık koruma kanunu sonrasında yeni bir delil ikamesi yoluna gitmiştir: Gizli Tanık.

5726 sayılı kanun sonrasında önce Ergenekon yargılamalarında kullanılan bu delil sonrasında neredeyse tek delil veya deliller arsında olmazsa olmazlar arsına girmiştir. Ergenekon iddianemalerinde tükenmez kalem vb adlarla kendilerini ifade eden bu isimsiz suçlayıcılar kafalarına göre suç ve suçlu üretmişler bazen hayal dünyasının da yardımıyla çeşitli fikirlerini kamuoyu ile paylaşmışlardır.

Örneğin; Ergenekon davasında gizli tanık olarak ifadesi alınan ve 14 mayıs 2012 tarihli 181. Duruşmaya katılan “Akdeniz” müstear adlı gizli tanık saçmalıklarıyla herkesi güldürmüş ve savcılığın ciddiyetle ifadesini aldığı kişinin yapısını gözler önüne sermiştir.

Mahkeme salonunun dışında bulunan bu sanığın sesi ve görüntüsü bozularak duruşma salonuna yansıtılmış ve büyük bir ciddiyetle ne söyleyeceği beklenilirken, kendisine ilaçlı kola içirildiğini iddia etmiş ve sabah uyandığında bademciklerinin alınmış olduğunu ve yine eşine gönderilen pastanın da zehirli olduğunu beyan etmiştir. Yine aynı gizli tanık Mehmet Demirtaş’ı Korkut Eken olarak teşhis etmiş istiareye yatarak rüyasında başbakanın eşini gördüğünü ve seçimlerde iktidar partisinin ne kadar oy alacağını bildiğini iddia etmiştir. Sanıklar hakkında ithamda bulunan gizli tanık salonda bulunan kimseyi teşhis edememiştir.

Bu tanık sonrasında yapılan gizli tanık sorgulamaları da benzer şekilde gerçekleşmiş ve teşhisten öte gizli tanık hezeyanları duruşmalara hakim olmuştur.

ncak bu tarz birbiriyle çelişen hükümler 5726 sayılı tanık koruma kanununun 9. Madde 8. Fıkrası gereği “…hakkında tedbir uygulanan tanığın beyanı tek başına hükme esas teşkil etmez.” Bu sebeple bu tarz ifadelerin hüküm anında dikkate alınmaması gerekir…

Ancak pratik böyle olmamıştır. Cihan Kırmızıgül dosyasında Özel Özel Yetkili İstanbul 14. Ağır ceza mahkemesi savcılık aşamasında dinlenilen gizli tanığı çağırmış ve savcılık aşamasında vermiş olduğu ifadeyi sormuştur. 21/02/2010 Tarihinde teşhis tutanağında gizli tanığın savcılık aşamasında …”üzerinde bulunan elbiselerinden ve eşkalinden teşhis ettim” beyanı davanın “poşu” dan sonra neredeyse tek delili niteliğindedir. Ancak mahkeme huzurunda gizli tanık ifadesini değiştirmiş ve “…benim ifademde belirttiğim kişi bana gösterilen kişi değildir” demiştir. Bu anlamda hukuki sorun kalkmış gibi görünse de mahkeme sonrasında mahkeme huzurunda gizli tanığın ifadesini beğenmemiş ve savcılık ifadesi “kabule şayan” bulunarak hukuk literatürümüze yeni kavramlar dahil edilmiştir.

Görüldüğü üzere birkaç dava üzerinden verilen örnek dahi var olan sistemin ne kadar hukuk dışı olduğunu ve uygulamanın sanık lehine değil aleyhine kullanıldığını göstermektedir.

Özel yetkili mahkemeler sanık ve devlet çıkarları arasında bir dengeleme yoluna gitmeye kalkışmakta ve dengede kamu güvenliği adı altında sanık çıkarlarını gözardı etmektedir. Mahkemelerdeki uygulama şu an için tanığın isminin verilmemesi ve isminin ifşa edilmemesidir. Yarı konu ile ilgili güvenlik histerisinin had safhaya varması durumunda kişi güvenliği bertaraf edilerk tanığın fiziksel özelliklerinin de değiştirilmesi söz konusu olursa ne olacak ve bu anlayış nerede sonlanacaktır. Özel yetkili mahkemeler evrensel hukuk kurallarını hiçe sayarak itham edenle sanığı yüzleştirmemekte ve sanığın yokluğunda, ya da yüzü sesi değiştirilerek tanıkla sanığın yüzleşmesi engellenmektedir.

Bu şekilde uygulanan bir tanık koruma kanunu beraberinde pek çok sorunu da getirecektir. Tanığın kim olduğunu bilmeyen sanık tanıkla ilgili kişisel bilgileri söyleyemeyecek, tanığın güvenilir biri olup olmadığı konusunda beyanlarını dillendiremeyecektir. Yine tanığın beyanlarının doğru olmadığı ve olay yerinde olup olmadığı sorgulanamayacak ve tanık bu güvenle olmayan şeyleri olmuş gibi söyleme güvenini kendinde bulacaktır.

Gizli tanık kavramı kendisini en çok “engiziyon yargılamaları”nda göstermiş ve kullanılan gizli tanıklıklarla binlerce kişi katledilmiştir. Ancak gelinen noktada bireyin hukuku ve hakları gözönüne alınırsa engizisyon yöntemlerinin uygulanmasının çağdışı olduğu görülecektir.

onrasında gelişen birey hakları mahkeme kararlarına da yansımış ve İngiltere’de 1720’de Duke of Dorset v Girdler (1720) hukuk davasında Mahkeme kararında şu hükme yer vermiştir:  “Karşı taraf gerçeğin ortaya çıkarılmasında en etkili metot olarak kabul edilen tanıkla yüzleşme ve tanığı aleni olarak sorgulama olanağından mahrum bırakılmamalıdır”

Yine İngiliz yazar Bentham, 1827 Tarihli kitabında; karşı tarafın tanıklarının çapraz sorgulamasını “her iki tarafın hiçbir durumda ellerinden alınamayacak hakkı” olarak kabul etmekte ve Kıta Avrupasında uygulanan engizisyon usullerini, ifadelerin “gizlilik perdesi” altında alındığını ve kapının “yalancılık, sahtecilik ve tarafgirliğe sonuna kadar açık” olduğunu söyleyerek eleştirmekteydi.

Yaklaşık 300 yıl önce kabul edilen sanığın itham edenle yüzleşme hakkı bir anlamda özgürlüklerin geriye gittiğini düşündürecek boyutta farklılaşmış ve güvenlik kisvesi altında hukuka aykırı yöntemlerin boy vermesine sebep olmuştur.

Neredeyse tüm evrensel insan hakları beyannamesinde bulunan “YÜZLEŞME HAKKI” tüm dünya da ve ülkemizde güvenlik kaygılarıyla sınırlandırılmakta ve yok edilmektedir.

Tüm dünya maalesef 11 Eylül sendromu ile bazı hakların güvenlik adına kurban edileceğine karar vermiş ve bu uygulamadan ilk nasibini alanda “YÜZLEŞME HAKKI” olmuştur. Her an herkes bilmediği ve görmediği kişi veya kişilerce suçlanabilir ve suçsuz olduğunun ispatı için sanık zorlanabilir. Bu anlamda “herkes aksi ispat edilinceye kadar masumdur” ilkesi de ortadan kaldırılmış ve yeni yeni konseptlerle muhalefet edenlere zindan yolu açılmıştır.

Gizli tanık uygulamaları ve Özel Görevli (Yetkili) mehkemeler birbirinden bağımsız düşünülmemelidir. Devlet tarafından kullanılan bu aygıtlar halk muhalefetini bastırma ve “DÜŞMAN HUKUKU” kavramını yerleştirme gayretinin parçaları olarak görülmelidir.

İlerleyen zamanlarda muhalfet geliştikçe yeni hak kısıtlamaların getirileceği aşikardır. Her kesimden bu kavramlara karşı muhalefet oluşturulmalı ve Özel yetkili mahkemelerin ve uygulamalarının kaldırılması için mücadele edilmelidir. Özel yetkili mahkemeler ve gizli tanık uygulamaları burjuva anlamında dahi Hukukun düşmanlarıdır.

Yararlanılan kaynaklar:

  • GİZLİ TANIKLIK HAKKINDA İNGİLTERE LORDLAR KAMARASI KARARININ TERCÜMESİ Dr. Güneş OKUYUCU ERGÜN* - Haluk TOROSLU** - Fahri Gökçen TANER***
  • JAKOBS’UN DÜŞMAN CEZA HUKUKU KAVRAMI HUKUKUN DÜŞMANI Prof. Dr. Henning ROSENAU*, Çev.: Dr. iur. Erhan TEMEL**

EFKAN BOLAÇ - Avukat

+90 532 371 64 45 [email protected]