sokakların sesi olmak için...
sokakların sesi olmak için...
EFKAN BOLAÇ
Avukat
31 Ekim 2012
Açlık grevine gidenlere devlet zorla müdahale etmeli mi, etmemeli mi? Bu tartışma sadece Türkiye’de değil yakın…
Roma imparatoru Tiberius Caesar Augustus ağır adımlarla odasına geldi. Capri’deki villasında koskoca bir imparatorluğu yönetiyor ve onun sorumluluğu ile boğuşuyordu.
Tiberius imparator olmadan önce praetor (yargıç) ve consul olarak görev almış ve sonrasında mahkemelerde avukatlık yapmıştı. Babası Augustus ölünce de imparatorluk ona geçmişti. Onun döneminde İsa, Yahudiye eyaletinde vaazlar vermiş ve yine bu eyaletin valisi Pontius Pilate’nin emriyle çarmıha gerilmişti.
Tiberius atalarının pagan dinini korumaya meyilliydi. Bu sebeple İsa’ya inananlara yönelik büyük bir katliam ve işkence harekâtına girişti. Öylesine zalimane ve vahşiceydi ki yaptıkları, bazı insanlar dayanamayıp rahatsız olduğunu beyan etmişlerdi. Ama imparator bu konuda kararlıydı.
Villasında yeni bir idam kararları verdi ve bu idamlarla ilgili emrini senatoya gönderdi. Senato kararı yerine getirdi.
İdam sonrası vahşet kayıtlara not edilir:
“Etrafta dolaşan casuslar, yas tutanların üzüntülerini not alıyor ve çürümüş cesetleri Tiber nehrine atılana kadar takip ederek kimsenin onları yakmasına ya da onlara dokunmasına izin vermiyorlardı. Dehşetin gücü, kardeşlik ve arkadaşlık duygularını tamamen bastırmış ve gaddarlığın artmasıyla merhamet bir tarafa itilmişti.”( Tacitus Yıllıklar Vl. 19)
Villaya yaklaşan elçi senatonun kararı yerine getirdiğini ve uygulamaları anlatır. İmparator artık devlet için yeni bir tehdidin ortadan kalktığını düşünür ve rahatlar. Bu sırada kapıdan içeri giren biri olur, gelen onun avukatlık yıllarından tanıdığı dostluğuna ve fikirlerine güvendiği arkadaşı Nerva’dır. Nerva varlıklı bir avukat ve imparatorun arkadaşı olmasının ötesinde bu katliam ve vahşeti kaldıramayan biridir. Arkadaşını bu vahşet durdurma konusunda uyarmak ister. Ancak Tiberius bu uyarısını dikkate almaz.
Nerva, artık bu vahşete daha fazla tanıklık etmek istemez. Ve imparator olsa da arkadaşı olan Tiberius’a bu vahşeti bırakıncaya kadar açlık grevine gideceğini duyurur. Tiberius buna inanmaz ve arkadaşını ikna etmeye çalışır. Nerva’nın ona karşı çıkacağı aklının ucundan geçmemiştir.
Nerva, kendisinin acı çektiğini görmesi ve dahi ölmesi halinde imparatorun acı çekeceğini ve arkadaşının bu kararlılığı sebebiyle vahşetten vazgeçeceğini düşünür. Tiberius tarafından kendisine yapılan telkinleri ve gönderilen yardımları reddeder. O sözünden dönenlerden (infamia/Şerefsiz) olmayacaktır. Verdiği kararı uygulayacak , eğer imparator bu vahşet politikasından vazgeçmezse ölecektir.
Ve Avukat Nerva tarihin not düştüğü ilk ölüm orucu direnişçisi olur. Ama vahşet bitmez…
Yeni Nerva’lar, yeni Tiberius’lar hâlâ dünyada yaşıyor ve yaşamaya devam edecek gibi de görünüyor.
1996 yılının bahar ayları, güneş artık enikonu toprağı ısıtmaya başlamış durumda. Ancak ısınan sadece toprak değildi. Yeni bir seçim yapılmış ve Anayol-D hükümeti kurulmuştur. Adalet bakanlığına ise hepimizi tanıdığı biri Mehmet Ağar getirilmiştir. Ağar hücre tipi cezaevinin mimarı olacak; tecrit, yok etme ve bir anlamda 19 Aralık 2000 hayata dönüş (!) operasyonunun başlangıcı olan o ünlü 6 Mayıs genelgesini çıkaracaktır.
Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın hazırladığı ve ondan sonraki hükümetin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın uygulamaya devam ettiği 6 Mayıs genelgesine karşı tutsaklar, hücre tip hapishanelerin açılması da içinde olmak üzere, devrimci tutsakları teslim almanın aracı olarak gündeme getirilen bu genelgeye karşı direnişe başladılar. İlk açlık grevi Diyarbakır cezaevinde başladı. Ardından Mayıs sonuna kadar ülkedeki yaklaşık 43 cezaevinde toplam 2174 tutsak açlık grevine katıldı. Daha sonra talepleri kabul edilmeyince 355 tutsak eylemlerini ölüm orucuna çevirdi. Aydınların ve sivil toplum kuruluşlarının devreye girmesiyle 27 Temmuz 1996 günü Şevket Kazan genelgeyi iptal etti. Bu süre içerisinde 12 devrimci yaşamını kaybetti, yüzlercesi ise sakat kaldı.
20 Ekim 2000’de ise birçok cezaevinde 816 tutsağın başlattığı açlık grevleri, yaklaşık bir ay sonra ölüme orucuna çevrildi. F tipi cezaevlerinin kapatılması, Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılması gibi taleplerle başlayan ölüm orucu, 19 aralık 2000 yılında tufan (hayata dönüş) operasyonu ile sonlandırılmaya çalışıldı. Bu operasyonda 30 devrimci katledildi. Sonrasında devam eden ölüm oruçları ile toplam 122 kişi yaşamını yitirdi.
Devlet ve cezaevleri arasındaki bu gerilim bir devamlılık arzetmekte olup bir teslim alma modeline dönüşmüş durumdadır.
Zorla müdahale kavramı bu süreçler içerisinde en çok tartışılan konuların başında geliyor. Açlık grevine gidenlere devlet zorla müdahale etmeli mi, etmemeli mi? Bu tartışma sadece Türkiye’de değil yakın geçmişte pek çok ülkede tartışılmış ve artık belli kuralları olan bir uygulama haline gelmiştir.
Açlık grevlerinin siyasi amaçlarla yapılması 1970’li yıllarda artmasıyla yeni bir sorun ortaya çıkar: Zorla besleme yapılmalı mıdır? Başlangıçta hükümetler zorla besleme yolunu benimsemişler ve açlık grevcisinin iradesini yok saymışlardır. Daha sonra insan orijinli yaklaşımlar yavaş yavaş hakim olmaya başlayınca zorla besleme konusunda da geri adımlar atılmaya başlanmıştır. 70’lerin ortalarına kadar İngiltere, İrlanda’lı tutuklulara karşı zorla besleme yöntemini denemiş ve bu konuda davalar da açılmıştır. Ancak 70’li yılların ortasından sonraki gelişmeler İngilizlere de geri adım attırmıştır. İngiltere İçişleri Bakanı Roy Jenkins’in konuyla ilgili açıklaması bakış açısındaki değişimi göstermektedir:
“Doktorun, mesleğinin ahlakına ve göreneksel hukuka karşı yükümlülüğü vardır. Cezaevi uygulaması açısından, mahkumun iradesine karşın mahkuma zorla besin vermek gibi yükümlülüğü yoktur… Cezaevindeki tıbbi görevlinin (hortum veya serum yoluyla) suni beslemeye başvurmasını gerektirecek herhangi bir cezaevi kuralı yoktur.” (İngiltere Tabip Odası’nın aktarımı-Ata Soyer’in makalesi)
Konu bir müddet sonra tüm dünyanın sorunu olmaya başlayınca hekimler açısından da bir etik tartışması yaşanmaya başlamıştır. Bu tartışmalara Dünya Tabipler Birliği son noktayı TOKYO BİLDİRGESİ ile koymuştur.
Ekim 1975’te Tokyo, Japonya’da yapılan 29. DünyaTabipler Birliği (DTP) Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve Mayıs 2005’te Divonne-les-Bains, Fransa’da yapılan 170. Konsey Oturumu ve Mayıs 2006’ta Divonne-lesBains, Fransa’da yapılan 173. Konsey Oturumu’nda gözden geçirilerek düzeltilmiş olan “Alıkoyma ve Hapis Sırasında İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ve Aşağılayıcı Muamele veya Cezalara İlişkin Olarak Hekimler için Kılavuz” başlığını taşıyan bildirgenin 6. Maddesinde konuya yer vermiş ve zorla besleme konusunda görüşünü bildirmiştir.
6. Madde: Bir mahpusun beslenmeyi reddetmesi durumunda, eğer hekim, beslenmeyi gönüllü olarak reddetmenin yol açacağı sonuçlar üzerinde kişinin tam ve doğru bir yargıya varabilecek durumda olduğu kanaatine sahipse, bu kişiyi başka yoldan beslemeyecektir. Mahpusun böyle bir yargıya varma yeterliliğiyle ilgili karar, en azından başka bir bağımsız hekimce onaylanmalıdır. Beslenmeyi reddetmenin yol açacağı sonuçların hekim tarafından tutukluya anlatılmalıdır.
Konu ile ilgili bu açıklamalar yeterli olmamış bazı ülkelerde zorla besleme bir işkence metodu olarak varlığını sürdürmüştür. Örneğin Fas’ta tutuklular kaldırıldığı hastanelerde yatağa bağlanarak tıbbi yeterliliği olmayan kişiler (gardiyanlar) tarafından sonda takılarak zorla beslenmekte olduğu rapor edilmiştir.
Yine 1987’de çıkarılan cezaevi yasasına karşı direnen İspanya’daki GRAPO üyeleri açlık grevine gitmişlerdir. Yaşanan tartışmalar sonrasında zorla besleme konusunda yetkililer talimat vermiş ve zorla beslenen tutuklulardan biri yaşamını kaybetmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak hekimler açısından konuyla ilgili en güncel bildirge ve tavsiye kararı dünya tabipler birliğinin Malta kongresinde açıklanmıştır:
Açlık grevcilerinin sağlığından sorumlu doktorlar için bir rehber niteliğindeki Açlık Grevcileri Üzerine Deklarasyon, adını taşıyan metin Kasım 1991’de Malta’da toplanan 43. Dünya Tıp Kongresi tarafından kabul edilmiştir.
Bu bildirgenin 4. Maddesinde doktora bir inisiyatif bırakmış olmasına rağmen başka açıdan açlık grevcisinin bilinci kaybolmadan önceki iradesine de saygı gösterilmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. 4. Maddenin ikinci fıkrası aynen şöyledir:
“Eğer hastanın bilinci bulanır ya da komaya girip kendi başına karar alamayacak durumda olursa, hekim açlık grevi sırasında aldığı kararı her durumda dikkate alarak ve bu bildirgenin 4. maddesini göz önünde bulundurarak hastanın iyiliği için tedaviye devam edip etmeme kararı konusunda özgürdür.”
Görüleceği üzere Dünya Tabipler Birliği hem Tokyo hem de Malta bildirgesi ile “zorla besleme” metodunu reddetmektedir.
Türk Tabipleri Birliği 1996 ölüm orucu sürecinde aktif rol almış Tokyo ve Malta bildirgesine uygun hareket edilmesi konusunda hekimlere tavsiyelerde bulunmuştur.
“Zorla besleme etik açıdan tartışılması bir yana sağlıklı bir yöntemde değildir. Açlık grevi sırasında yapılan “zorla besleme”, etik olmadığı gibi, tıbbi olarak da başarılı olmayan bir yöntemdir. Özellikle Johannes Wier Enstitüsü’nün gösterdiği örneklerde, zorla beslemenin sağlık durumlarını iyileştirmediği, hatta ölümlere yol açabildiği ifade edilmiştir. Zorla beslenen açlık grevcilerinin bir bölümü nefes alma güçlüğü, oksijensiz kalma, aritmi ve gastrite bağlı olarak yaşamlarını yitirmişlerdir. Zorla beslenmeden sonra “kurtarılanlar” ise, tam olarak düzelememiş, çok zayıf ve bitap kalmışlar, çoğu da zorla beslendikten bir süre sonra, yeniden açlık grevine başlamışlardır. (Smeulers 1995) Türkiye’de 1981 yılında Diyarbakır Cezaevinde açlık grevi yapan Ali Erek zorla besleme sırasında, soluk borusuna kaçan ekmek parçası nedeni ile yaşamını yitirmiştir.” (Ata Soyer’in Açlık grevleri ve ölüm oruçları makalesinden alıntıdır) Bu olay sonrasında yapılan açlık grevinde Eylül 1982’de Kemal Pir, Hayri Durmuş , Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yaşamını yitirmiştir.
Konu ile ilgili hekimler açısından yapılması gerekenler Hem ulusal hem de uluslararası düzlemde açıkça belirlenmiş olup zorla müdahale kısıtlı olarak kabul edilmiştir.
Açlık grevleri ve ölüm oruçları; ifade özgürlüğü ve demokratik bir hak arama yöntemi olarak mı düşünülmeli, yoksa yaşam hakkının kutsallığının yok sayılması olarak mı görülmelidir? Bu önemli dilemma her zaman insanları iki safa bölmüştür:
Bir kısmı yaşam hakkının kutsallığının önemine vurgu yaparken, bir kısımda konu ile ilgili bir irade beyanının varlığının kabulünü dikkate almış ve bilinçli iken verilen kararların hukuki zeminde sonuç doğurması gerektiği yönünde görüş bildirmiştir. Buna göre organ bağışlama iradesi ya da vasiyet nasıl ki ölümden önceki irade beyanı olarak değerlendirilmekte ve geçerli sayılmakta ise açlık grevi yapan kişilerin de bilinçli iken yaptığı tercihlerin dikkate alınması gerektiğini hatırlatmaktadırlar.
Her ne olursa olsun insan hakları açısından vazgeçilmez şey yaşam hakkıdır. Bu sebeple açlık grevcilerinin irade beyanına saygı duyulmalı ancak ölümlerin olmaması için gereken her şeyin yapılması için gereken çaba geç olmadan sarfedilmelidir. Biliyoruz ki bu durumu durdurmak AKP iktidarının elindedir.
***
Açlık grevleri ile ilgili olarak yaşanan süreç beraberinde bazı hukuki düzenlemeleri de getirmiştir. 1996 ve 2000’lerde yapılan açlık grevleri ve ölüm oruçlarında örgüt disiplini sebebiyle zorla yapıldığı iddiası dillendirilmiş ve konu ile ilgili olarak yasal düzenleme yapılmaya çalışılmıştır.
Yasal düzenleme ile ilgili ilk adım 3 kasım 2002 sonrasında iktidara gelen AKP hükümetince atılmıştır. 765 sayılı mülga ceza kanununa 05.02.2003 tarih ve 4806 sayılı kanunun 2. Maddesi ile 307/b maddesi eklenmiştir. 5237 sayılı ceza kanununda da bu madde 298. Madde olarak kendine yer bulmuştur. Buna göre:
“Hükümlü ve tutukluların beslenmesini engelleyenler hakkında iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası verilir. Hükümlü ve tutukluların açlık grevine veya ölüm orucuna teşvik veya ikna edilmeleri ya da bu yolda kendilerine talimat verilmesi de beslenmenin engellenmesi sayılır.”
Açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla ilgili hukuki sorunlar Tebabet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’un 70. Maddesiyle, 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun zorunluluk hali ile meşru müdafaa konusundaki düzenlemeler yapılarak çözülmeye çalışılırken, 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 82. maddesinin 2. Fıkrası aracılığı ile çözülmeye çalışılmıştır:
“(2) Beslenmeyi reddederek açlık grevi veya ölüm orucunda bulunan hükümlülerden, birinci fıkra gereğince alınan tedbirlere ve yapılan çalışmalara rağmen hayatî tehlikeye girdiği veya bilincinin bozulduğu hekim tarafından belirlenenler hakkında, isteklerine bakılmaksızın kurumda, olanak bulunmadığı takdirde derhâl hastaneye kaldırılmak suretiyle muayene ve teşhise yönelik tıbbî araştırma, tedavi ve beslenme gibi tedbirler, sağlık ve hayatları için tehlike oluşturmamak şartıyla uygulanır.”
Görüleceği üzere kanunlarda zorla müdahale konusunda net bir tavır bulunmakta olup konu ile ilgili yetkililerin talimatı yeterli sayılacaktır.
Ancak bu durum Malta ve Tokyo bildirgesinin yok sayıldığı anlamına gelmektedir. Bu şekilde yapılacak zorla müdahale katliam boyutuna dönüşme tehlikesi arzetmekte olup başvurulması korkunç sonuçlara yol açabilecek durumdadır.
***
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına baktığımızda bir karar hariç tüm kararlarında mahkemenin zorla müdahale konusunda bilincin kapanması ve hayati tehlike kriteri getirdiğini görmekteyiz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 24/09/1992 tarihinde “Herczegfalvy vs. Avusturya” davasında, bir psikiyatri kurumunda yatan akıl hastasına zorla beslenme uygulanmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmadığını karara bağlamıştır. AİHM, Kendisiyle ilgili kararları veremeyecek durumda olan kişilerin insan onuruna ve tıbbi etik kurallarına uygun olmak koşuluyla zorla beslenebilecekleri gerekçesine yer vermiştir. Yani ortada akli melekelerini kullanamayacak ve bilinçli olarak karar veremeyecek bir kişi vardır. Bu sebeple mahkeme bu kararında müdahaleyi doğru ve yerinde bulmuştur.
Ancak bu kararlar dışındaki kararlarında bilinç kaybı olmadan ve insan onuruna yakışmayan müdahaleler konusunda olumlu yaklaşmamış ve açlık grevcisinin bilincinin açık olduğu durumlarda verdiği kararların uygulanmasını yaşam hakkına saldırı olarak görmemiştir.
Bu yazının yayınlandığı diğer adresler: