sokakların sesi olmak için...

sokakların sesi olmak için...

EFKAN BOLAÇ

Avukat

Muhamilikten avukatlığa hak savunuculuğu: Adaletten uzaklaşmazsanız hataya da düşmemiş olursunuz

21 Nisan 2019

Her canlı kendisine yönelik saldırıları def etme ve yapılan bu saldırıya karşı kendini veya çevresindekileri koruma hakkına sahiptir. Bu insanın sosyalleşmesiyle beraber gelişmiş ve kurallara bağlanmıştır. Savunma konusunu bir meslek olarak benimseyip bunu dışa vuranlar ise avukatlar olmuştur.

i1

Roma’da kendilerine ilk zamanlarda Ad-vocati, daha sonra Orator ve Patronus sıfatları verilirdi. Bu ilk hak savunucuları, bazen yakınları olan bir patrisyeni (seçkin kişiler) savunma için, bazen siyasal çıkarlar düşüncesiyle ve hiçbir karşılık (yani ücret) söz konusu olmaksızın savunuculuk yaparlardı. Oysa, özellikle Roma’da hukukun gelişmesi, kuralların çeşitlenmesi yüzünden, zamanla avukatlık sadece bir belagat yarışması olmaktan çıktı. Özel yeteneklere ek olarak hukuk bilgisini gerektiren bir hal aldı.

İlk profesyonel oratorlar, müvekkillerinden ücret isteyemezlerdi ve bu konuda bir sözleşme yapamazlardı. Yardım ettikleri, haklarını savundukları kişilerin bir minnettarlık nişanesi olmak üzere sundukları armağanları reddetmiyorlardı; fakat bu hediyeler zengin bağışlar haline geldi. Oratorlar bu hediyeleri haberleri yokmuş gibi alabilmek için kukuletalı cüppeler giyerler, müvekkilleri de hediyeleri bu kukuletaların içine bırakırlardı. Bugün kukuletasız da olsa avukatların giymekte oldukları cüppeler o geleneğin devamıdır.

Ortaçağ dönemindeki engizisyon süreci, avukatlığı yok etmişti çünkü engizisyon sistemi savunma hakkına karşıydı; işkence ve benzeri yöntemlerle itiraf alındığı için savunma gereksiz görülüyordu. Rönesans süreci ile yeniden itham sisteminin gelişiyle beraber avukatlık tekrar yükselişe geçmiştir.

Ülkemizde hakkın mahkeme huzurunda gerçek anlamda savunulması dönemi Tanzimat sonrası dönemdir.

Zaman içerisinde gelişen avukatlık mesleği sav, savunma ve karar saç ayağı içerisinde yer almış ve yargılamanın vazgeçilmezi haline gelmiştir. Ancak batı ve doğuda avukatlık mesleği farklı gelişmiş ve batıda var olan gelişmeler doğuda kendisine yer bulamamıştır. Bunun nedeni bir anlamda padişahlığın kimseye kazanılmış bir hak vermiyor oluşu ve din faktörüdür.

Türkiye’de avukatlığın kurumsallaşması 1924 yılında “Şer’iye Mahkemelerinin Kaldırılması ve Mahkemelerin Birleştirilmesi Kanunu”nun yürürlüğe girdiği 8 Nisan tarihinden hemen önce 460 sayılı «Mahamat Kanunu” da yürürlüğüyle olmuştur. 6 Aralık 1926 tarihli 708 sayılı Kanunla “mahami” terimi “avukat” oldu. Mahamat da “avukatlık”. Avukatlık böylece hem işlevi, hem de adı bakımından Batı’daki savunma mesleğiyle benzeşmiş oldu. 1939 tarihli 3499 sayılı Avukatlık Kanunuyla baroların örgütlenmesi ayrıntılı biçimde düzenlendi. Yasa’nın 22. maddesi mesleği şöyle tanımladı: “Avukatlık amme hizmeti mahiyetinde bir meslektir.” 19 Mart 1969 tarihli 1136 sayılı Avukatlık Yasasının 1. maddesi “Avukatlığın mahiyeti” başlığını taşımakta olup, “avukatlık kamu hizmeti ve serbest bir meslektir” demekle günümüzdeki yerini almış oldu.

Avukatlık mesleği hem evrensel hem de bölgesel olarak kısaca böyle gelişti. Bunca yıldır değişmeyen ise avukatların mesleğini gerektiği gibi yapabilmesi için sağlanması gereken ilk şartın hukuk devletinin var olmasıydı. Yani, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı ve kişilere hukuksal güveninin sağlandığı bir yapının varlığı. Ancak adaletin ve bağımsız yargının olmadığı bir ülkenin hukuk devleti olarak tanımlanması elbette mümkün değil. Hukuk devletinde, çoğunluğun, iktidarın hukuk kurallarını askıya alma, dilediğinde uygulama, dilediğinde uygulamama yetkisi yoktur. Hukuk devletinde takdirde keyfiliğin yeri yoktur. Savunma hakkı ve hak arama özgürlüğü ise hukuk devletinin ve demokrasinin mihenk taşıdır. Bir ülkede demokrasinin var olup, olmadığını anlamak için savunma hakkının olup olmadığına, savunmanın ve hak arama hakkının uygulamadaki işleyiş ve kullanışına bakmak gerekir. Hak arama özgürlüğü ve savunma hakkının olmadığı yerde kişinin özgür ve huzurlu yaşamasına olanak yoktur.

Hukuk ve hukuk devleti bir yaşama biçimi olarak benimsenmelidir. Anayasada ve yasada bir hak ve hürriyetin tanımlanması tek başına yeterli değildir. O hak ve hürriyetin kullanımı konusunda devletin rolüne de bakmak gerekir.

Prof. Mümtaz Soysal’ın da belirtiği üzere; «Hukuk devletinin ayakta durabilmesi, her şeyden önce hukukçuların hukukçu olmalarına bağlıdır. Yoksa, hukuk devleti gerçekleşsin diye konan bütün kurallar ve kurulan kurumlar göstermelik olur, sonra çöker». Hukuk devleti idealinin gerçekleşmesinde hukukçulara büyük görev düşmektedir.

Avukatlık mesleği hem evrensel hem de bölgesel olarak kısaca böyle gelişti. Bunca yıldır değişmeyen ise avukatların mesleğini gerektiği gibi yapabilmesi için sağlanması gereken ilk şartın hukuk devletinin var olmasıydı. Yani, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı ve kişilere hukuksal güveninin sağlandığı bir yapının varlığı

Ancak geldiğimiz aşamada bağımsız yargı kavramının içinin boşaltılmış ve hakim teminatının neredeyse ortadan kaldırılmış olması, hakim ve savcıyı memur haline getirmiştir. Yargılamanın tek sağlıklı tarafı halen bağımsız olan savunmadır. Baskıcı rejimler açısından yargılamayı kendi istediği gibi yapamamak bir zafiyet olarak değerlendirilmiş ve bu rejimler bağımsız savunmaya her zaman düşman olmuşlardır. Avukatın savunmadan kaynaklı var olan dokunulmazlıklarına el atmaya veyahut savunma alanını kısıtlamaya çalışmışlardır. Napoleon, avukatların dilinin kesilmesi gerektiğini söyleyenlerin başında yer alır. Avukat, insanlığın ortak değer ve mirası olan “Adaleti” savunmak için yüzyıllardır cesur ve gözü pek davranmakta ve iktidarların istedikleri kalıba girmeyerek onların uslu çocukları olmamaktadır.Bu sebeple avukatların bağımsızlığı ve cesareti devamlı şekilde iktidarları rahatsız etmiştir ve etmeye devam etmektedir. Avukatlar yüzyıllardır ve hala bu sorunu yaşamaktadır.

İşin özü, yargıyı vesayet altına alan iktidarların bir sonraki aşaması savunmayı da vesayet altına almaya çalışmaktır. Güçler ayrılığı değil ahengini savunan siyasal iktidarlar hep avukatlık mesleğini hedef alarak sesi çıkanların sesinin kısılmasının yolunu bulmaya çalıştı. AKP iktidarı döneminde ise baskıcı ve vesayetçi anlayış beraberinde, kendisinden farklı ses çıkaranlara karşı şiddeti meşru gördü. Evrensel kurallara ve yasalara aykırı şekilde avukatlara yönelik soruşturmalar açıldı, Cumhuriyet tarihinin en büyük avukat gözaltıları ve tutuklamaları yapıldı.

Özellikle her türlü muhalif sesin kısılması için adeta bir maymuncuk gibi kullanılan OHAL rejimi hukuku ortadan kaldırmış, savunma mesleğini kullanılmaz hale getirmiştir. Avukatların savunma faaliyetleri kısıtlanmış, yüzlerce avukat hakkında soruşturma safhasında yasaklamalar getirilerek mesleğin yapılması engellenmiştir. Pek çok hukuk örgütü OHAL rejimiyle kapatılmış, faaliyeti yasaklanmıştır. Ses çıkaranlar ise hakkaniyete ve hukuk kurallarına uymayan yöntemlerle yargılanmış ve hatta ceza bile almışlardır. ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ve ÇHD, HHB üyesi avukatlara verilen cezalar ibretlik örnekler olarak yıllar sonra bile anılacaktır.

Avukatlık mesleği ciddi anlamda tehlike ve tehdit altındadır; 24 Ocak, 2010’da Avrupa Demokrat Avukatlar Örgütü’nce, sadece işlerini yaptıkları için devlet eliyle yaşamları altüst edilen avukatlarla dayanışma günü olarak ilan edildi. Ne acıdır ki bu gün ikinci kez Türkiye’deki avukatlara ithaf edildi. Bu dahi Türkiye’de avukatlık mesleğinin ciddi bir risk altında olduğunun kanıtıdır. Hukukun olmadığı yerde, düzene karşı çıkıp ses çıkaranların gidecekleri yer bellidir.

Avukatlara tahammülsüzlüğün kaynağının birinci elden iktidar ve uygulamaları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta son yaşanan olay durumunun vahametini göstermektedir. Çırağan Sarayı’nda yapılan ve AKP Genel Başkanı’nın da katıldığı düğün sebebiyle yollar kapatılmış ve yolların kapatılma nedenini soran avukata korumalar tarafından işkence edilmiştir. Gösterilen tahammülsüzlük ve şiddet iktidarın hukuk anlayışının dışavurumudur.

Tekrar söylemek gerekirse bağımsız yargının, savunmanın olmadığı yerde hukuk devleti de olmaz.

Adaletsizliğin olduğu yerde çürüme, yozlaşma ve zulüm olur.


Bu yazının yayınlandığı diğer adresler:

EFKAN BOLAÇ - Avukat

+90 532 371 64 45 [email protected]